Şubat 2017
Siyasetten ve onun yıkıcı sonuçlarından
kimse kaçınamaz; dünyanın en büyük filozofu Sokrates bile kaçınamadı, hal
böyleyken yine de günceli gündemimiz yapmamalı, aksine kendi gündemimizi
güncelleştirmeye çalışmalıyız.
* * *
Siyaset bir çözme sanatı, benim bildiğimse
çözümleme sanatı. Ben toplumsal sorunları çözmekle değil, çözümlemekle
yükümlüyüm.
* * *
Bizi yönetme iddiasında olanların hatalarını
onaylamamız gerekmez, susmamız da gerekmez. Adalet ve hakkaniyet kılavuzumuz
olmalı. Görevimiz, o da eğer varsa, halkın ortak değerlerine saygı göstermek ve
ortak değerler alanında halkın arasına bozgunculuk sokmaya çalışanlara izin
vermemektir. Her düşünce adamının içinde yaşadığı topluma bu kadarcık olsun
itina ve itidal gösterme yükümlülüğü vardır.
* * *
Yaşam deneyiminden yoksun olanlar asla siyaset
biliminden pay alamazlar, nitekim Aristoteles, yararlanamayacakları için gençlere
siyaset dersi verilmemesi gerektiğini söyler, gerekçesini de şöyle açıklardı:
“çünkü deneyimleri yoktur.”
* * *
Taraf sözcüğü iki önemli ek alır: ‘taraf-dâr’ ve ‘taraf-gîr’. Tarafgirler
genellikle ikiye ayrılır: zekâsı zayıf olanlar ile ahlakı zayıf olanlar.
Tek ayak üstünde yürümek taraftar
yazgısıdır, çünkü “ya-ya da” mantığıyla düşünürler; ya onu ya bunu, ama
muhakkak birini seçerler ve yola sadece onunla devam ederler. Tek ayak üstünde
yürümenin ne demek olduğunu iyi bilirim, çünkü ben de yıllarca tek ayağımla
yürüdüm.
“Bî-taraf olan bertaraf olur” deyişi yanlış
anlaşılıyor, öyle ki taraf olmayanlar iki zıt kutuptan birine kendini ait
hissetmeyen veya elini taşın altına koymayan karaktersiz tipler gibi algılanıyor;
dolayısıyla madem taraf değil o halde yok olmalı diye düşünülüyor, “Tarafsız
olamazsın, olursan ya taraf ya bertaraf olursun!” deniyor. Oysa bu sözün asıl
anlamı şudur: “Taraf olmayan ne yazık ki bertaraf olur”, yani taraftarlar maalesef
her devirde tarafsız olanların canına okurlar. Bu da çok doğal, çünkü düşüncesizlik,
kafasızlık, kültürsüzlük, taassup ve fanatizm daima itidali ve erdemi boğar, ne
ki ancak kısa vadede. Mutedil olanlar kaybedebilirler ama yine de uzun vadede
kazanan hep itidal olur, çünkü itidal ile adalet aynı kökten gelir.
* * *
Siyasal rekabetin karşıtı olan siyasal
yoldaşlık dostluğun en zayıf biçimlerinden biridir, öyle ki karşı tarafta,
inadına, namuslu ve mert çocuklar bulunabilirken, bu tarafta namussuzlar ve
korkaklar bulunabilir, külliyen değil, daima kısmen.
Görüşlerini paylaşmadığım insanların içinde
erdemlilerin olabileceğini, kendileriyle aynı görüşlere sahip olduğum
insanların içindeyse nice erdemsizin bulunabileceğini görecek kadar uzun
yaşadım. Sırf bu nedenle sert kutuplaşmaları daima ruhsal eğitim eksikliğinin
bir belirtisi olarak yorumlarım.
Toplumun düşünen kafaları, aydınları, sanatçıları
ucuz ayrışma hamlelerinden kaçınmayı bilmeli, hiç değilse yüksek düşünce ve
sanatın, düşünür ve sanatçının öznel ve kişisel bağlılıklarının üzerinde yer
aldığını unutmamalıdır.
* * *
Ne yazık ki “ya-ya da” mantığın en ilkel basamağıdır.
Örneğin ilkel ve ergen zekâ “ya kadın ya erkek” der, çünkü “kadın kadındır,
erkek erkektir” diye doğayı onulmaz karşıtlıklar biçiminde kavrar. Pratik zeka
“hem kadın, hem erkek” der, çünkü ortayı bulmak ister. Felsefi zekâ ise “ne
kadın ne erkek” der, çünkü insanı özünde önce insan olarak kavramak ister. İnsanın
dişisi erkeği olmaz. Sadece biyoloji düzleminde dişil ve eril olandan
konuşabiliriz, hakikat düzleminde değil. Diyalektik yorumsama (cem’ul-ezdad) bizi
tüm karşıtları ve karşıtlıkları birlik içinde görmeye yöneltir. Zıtları
birleştirene ne mutlu!
* * *
Türkiye’nin tüm yerli zekâları, yani bu ülkenin
ıstırabını çekmiş, dertleriyle dertlenmiş her zekâ, her yürek öznel ve kişisel
beğenilerini, arzularını, tercihlerini paranteze almayı bilmeli, ülkenin
geleceği için daha yapıcı bir üslup kullanmalı, birliğimizi güçlendirecek adımlar
atmalı, birleştirici sözler söylemeli, öyle ki içinde bulunduğumuz koşullarda
bu birliğin ‘millî’ mi, ‘ulusal’ mı olup olmadığı sorununu ertelemeyi bile erdem
bilmeli.
* * *
Türkiye’de muhafazakârlığın belini
çatırdatan asıl yük, rasyonel bir gelecek tasarımından yoksunluğudur.
***
Genelkurmay II. Başkanlığından emekli bir
paşa anılarında “Türkiye’yi İslam dünyası içinde farklı bir ülke haline getiren
iki özelliği vardır” diyor: “biri güçlü ordusu, diğeri laik cumhuriyet.” Bu
sözün altına imzamı atıyorum.
Bizim petrolümüz yok, doğalgazımız yok,
elmas madenlerimiz yok, fakat aklımız-zekâmız, eğitimimiz, nüfusumuz, emeğimiz,
alınterimiz var. Çalışıyoruz, çalışmak zorundayız. Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşları olarak bizler kendi geleceğimizi, kendi varlığımızı kendi
ellerimizle, kendi çaba ve emeğimizle, daha da önemlisi kendi insan kalitemizle
inşa ediyoruz. Bu nedenle siyasi, ekonomik, toplumsal konularda rasyonellikten,
dengeli davranmaktan ve barıştan vazgeçemeyiz.
Hiçbir devlet halkının tamamını rasyonel
kılamaz, bu da çok doğal, zira yaşamda kalmak bakımından akıl kimsenin işine
yaramaz. Yaşamak güdüseldir ama iyi yaşamak için şehre ve devlete gereksinim duyarız,
devlet demek akıl demektir çünkü.
* * *
Batı kasıtlı olarak İslam’ı olumsuzluyor ve
kötü gösteriyor. Bu işin siyasal ve ekonomik yanı. Peki İran’da veya Suudi
Arabistan’da yasaların öyle olmasını da Batılılar mı istiyor?
* * *
Dünya rasyonelleştikçe, küremiz
rasyonelleştikçe zihin emeği kol emeğinden de, maddi zenginlikten de daha büyük
önem taşıyor. O bakımdan İslam dünyasının en temel sorununun içinde yaşadığımız
dünyanın dinamiklerini kavrama yetersizliği olduğunu düşünüyorum. Siyasette ve
toplumsal alandaki düşüklükler ve bayağılıklar gerçekte bu yetersizliğin ürünü,
İslam’ın değil.
İslam’ın süreklilik kazanması ulemanın sayesindedir,
yani bu dine gönül ve emek vermiş düşünen insanların sayesindedir. Bugün İslam’ın
temsilindeki sorunlar onun sürekliliğini de tehdit altında bırakıyor. Bu
gerçekle yüzleşmeden, sorun İslam’da değil müslümanlarda demenin bir faydası
olmaz.
* * *
Raison d’État için “hikmet-i hükümet” yerine
artık “devlet aklı” deniyor, oysa devlet
bizatihi akıl demektir.
Devlet akıl
demek, duygu demek değil, keza devlet
fiil demek, infial demek değil. Bu nedenle devlet adamlarına yakışan,
duygularını kamuya yansıtmamaktır. Âkil devlet hem sakin hem sakinleştirici olmak
zorunda. Devletin imanı arttıkça aklı azalır dememin nedeni bu!
* * *
MECNUN’DAN KOCA OLMAZ
Mecnun’un Leyla’ya söylediği o şairane
sözleri bir koca karısına kolay kolay söyleyemez. Niçin? Çünkü evlilik rasyonel
bir kurumdur. Evlilikte yarar, haz, emek, bunların hepsi dengede olmalı.
Mecnun’un aşkı en çok iki yıl sürer, kendisi bu arada çölde de ölebilir, hiç
mahsuru olmaz, biz onu yine bir kahraman olarak destanlaştırırız. Ancak evli
çifte gelince, kırk yıl aynı yastığa baş koyacaklar, kolay mı? Durum ciddi,
akla riayet etmeleri gerekir. Devlet için de aynı şey geçerli, akla riayet,
hatta hürmet etmek zorunda, çünkü sürekli olmak zorunda. Akıl süreklilik
demektir. Sürekliliği arayan hiçbir yapı kendini rasyonelleştirmekten
kaçınamaz. Bizler ancak dindar yanımızla, inançlı yanımızla Mecnunlaşır,
peşinden koştuğumuz Leyla’larımıza o eşsiz ve harika şiirleri bu yanımızla
yazarız. Ne ki Mecnun’dan koca olmaz, kimse kızını Mecnun’a vermez. Evliliği
akıl korur, aşk değil, keza bilim ve siyasette de süreklilik Mecnun’larla değil
akıllı devlet adamlarıyla sağlanır.
II. ABDÜLHAMİT & MEHMET ÂKİF
II. Abdülhamit ne kızıl sultandı, ne ulu
hakan, sadece dirayetli ve fakat yetenekleri sınırlı bir padişahtı. Mehmed Âkif
Abdülhamid’in arabasını cuma namazına giderken gördüğünde kusar, evet düpedüz
kusar. Kendisi ömrü boyunca Abdülhamid’den nefret etmiştir. Kimileri Âkif’in
sonradan Abdülhamid’in ruhaniyetinden
özür dilediğini filan zannediyorlar, Rıza Tevfik’le karıştırıyorlar. Âkif
Abdülhamid’i hiç sevmemiştir. Şimdi Âkif ile II. Abdülhamid’i kalbinde yanyana taşıyan
muhafazakâr, dindar, islamcı, sağcı bir çocuğu düşününüz, iyi ki aradaki
karşıtlığı bilmiyor dersiniz, çünkü bilse zihninde bu iki değer birbirinden
ayrılacak, belki de ikisinden birini seçmek zorunda kalacak. Peki ya daha çok okursa,
daha çok bilirse, yani hakikate “ya-ya da” demekle yaklaşılamayacağını anlarsa?
Bu durumda belki onları birbirinden ayırmak yerine ikisine de daha gerçekçi bir
nazarla bakmayı becerebilir.
HULUSİ KENTMEN & MÜNİR ÖZKUL
Yeşilçam filmlerini hatırlayın: Bir yanda
şehirli Hulusi Kentmen var, öte yanda kenar mahalleli Münir Özkul. Münir
Özkul’un kızı Hülya Koçyiğit, Hulusi Kentmen’in oğlu Tarık Akan.
Münir Özkul’unki İstanbullu yoksul bir
aile, Hulusi Kentmen’inkiyse yine İstanbullu ama zengin bir aile.
Münir Özkul ile Hulusi Kentmen ortak kültürü
paylaşıyorlardı. Belki biri zengin diğeri yoksuldu ama aynı İstanbul kültürüne
sahiplerdi.
Zengin olanı şampanya içiyor, pahalı
kıyafetler giyiniyordu, yoksul olanıysa aydabir bir “Küçük” içiyor veya içmiyordu,
belki yoksulca ama temiz giyiniyordu.
Biri pahalı mezelerle birlikte levrek
yerken, diğeri peynirini ve soğanını ekmeğe değil istavritine katık ediyordu.
Kısacası zengin Hulusi Bey ile yoksul Münir
Bey aynı sofraya oturduklarında çok büyük bir iletişim sorunu yaşamıyorlardı.
Çocukları arasında da, Tarık Akan ile Hülya
Koçyiğit arasında büyük uyumsuzluklar doğmuyor, aksine birbirlerine hayranlık
duyuyorlardı, çünkü âşık oluyorlardı.
Bugün artık öyle değil. Bugün, İstanbul’un
yoksul semtlerindeki yurttaşlar “parayı bulup” merkeze doğru geldiklerinde,
merkezle uyum sağlamak için en az bir-iki nesil beklemek zorunda kalıyorlar.
Sonuç itibariyle dindarlar ile laikler arasında, en temelde, zannedildiği kadar
büyük bir inanç ve kültür farkı olmadığını kavramamız iyi olur. Bizler de Hulusi
Kentmen ile Münir Özkul kadar ya da Tarık Akan ile Hülya Koçyiğit kadar iyi
anlaşabiliriz.
* Ot Dergi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder