14 Ağustos 2005
Sözcüklerle
başımız dertte.
Sözümüzü kaybettik, sözcüklerimizi kaybettik. Sadece sözümüzü mü, bu-ara-da kendimizi de kaybettik, özümüzü sözümüzle ve sözcüklerimizle birlikte kaybettik.
Sözümüz, sözcüklerimiz bizi toprağımıza bağlıyordu, düşünmenin kendi toprağında ikamet ettiği devirlerin izlerine bağlayan da yine bizim kendi sözlerimizdi, sözcüklerimizdi.
Sözümüzü kaybettik, sözcüklerimizi kaybettik. Sadece sözümüzü mü, bu-ara-da kendimizi de kaybettik, özümüzü sözümüzle ve sözcüklerimizle birlikte kaybettik.
Sözümüz, sözcüklerimiz bizi toprağımıza bağlıyordu, düşünmenin kendi toprağında ikamet ettiği devirlerin izlerine bağlayan da yine bizim kendi sözlerimizdi, sözcüklerimizdi.
Sözcükler
tek başlarına kaybolmuyorlar, anlamlarını da beraberlerinde götürüyorlar.
Artık farklı şeyler söylüyoruz, farklı anlamlar kastediyoruz. Hazinelerimizi yitirmiş durumdayız sizin anlayacağınız.
Artık farklı şeyler söylüyoruz, farklı anlamlar kastediyoruz. Hazinelerimizi yitirmiş durumdayız sizin anlayacağınız.
Çile bülbülüm çile!
Çiğ düşmüş gonce güle
Sevgili yârim geliyor
Yüzüme güle güle
Temiz bir Türkçe değil mi?
Saf ve temiz, billur gibi.
Ozan böylesine safiyâne söylüyor söylemesine ama peki biz ne anlıyoruz?
Meselâ şu çile sözcüğü, bugünün okumuşuna ne anlam ifade ediyor?
Bilindiği
kadarıyla çile çekmek, ızdırab çekmektir, dert çekmek, dertlenmektir. Eh bülbül
âşıkı, gül mâşuku temsil ettiğine göre, bülbülün güle aşkından ötürü çektiği
çileye, dert ve ızdıraba böylelikle telmihte bulunuluyor olmalı.
İlk akla
gelenler aşağı-yukarı bu minvalde şeyler.
Anacaddelerde gezinmeyi bırakıp arasokaklara sapmayı denersek belki başka mânâlar da bulabiliriz. Meselâ ibrişim, sırma, vs. demeti karşılığında çile dendiğini biliyoruz. Yün çilelerini en azından annelerimiz, babaannelerimiz bilirler. Yay kirişi veya bir tür küre anlamını bir kenara kaydettikten sonra soralım: Acaba arada bir alâka var mı?
Emin değilsek, yürümeyi sürdürelim:
Anacaddelerde gezinmeyi bırakıp arasokaklara sapmayı denersek belki başka mânâlar da bulabiliriz. Meselâ ibrişim, sırma, vs. demeti karşılığında çile dendiğini biliyoruz. Yün çilelerini en azından annelerimiz, babaannelerimiz bilirler. Yay kirişi veya bir tür küre anlamını bir kenara kaydettikten sonra soralım: Acaba arada bir alâka var mı?
Emin değilsek, yürümeyi sürdürelim:
Acaba çil tavuk, çil at gibi ifadelerde geçen çil’in, bülbüle ilişen şu çile ile bir ilgisi bulunuyor mu? Nitekim insanların da yüzünde çili olanlar var. Bir zamanlar çilli nakaratlı bir şarkı bile vardı.
Bazı
topluluklar ise Türkçe'de çil yavrusu gibi dağılırlar. Bu çil, hangi
çil acep?
Kendimizi
boşuna yormayalım; zira çil tavuk, çil at ifadelerinde geçen çil'ler beyaz,
ak, renkli anlamlarına geliyor. Yüzlerindeki beyaz lekelerden ötürü,
kendilerine beyaz lekeli anlamında çilli denilenler olmakla
birlikte, bu sözcük benekli anlamı da taşıyor. Sözgelimi benekli
kuş anlamında çil, keklik karşılığında da kullanılıyor. Çil yavrusu gibi
dağılmak tabiri de buradan gelse gerek.
Çil
deyince, eskiden insanların aklına çil çil altınlar” gelirmiş. Altınların çil çil olmaları, her halde onların saflıklarına, parlaklarına
delâlet ediyor olmalı. Bu durumda çil çil olma, altının cevherinden ziyade
arazlarıyla alâkalı. (Biraz erken davranmak riskini göze alabilseydim, bu
sıfatın altınların birbirlerine çarparak çıkardıkları seslere delâlet ettiğini
bile öne sürerdim ki bu takdirde söz, cevherden araza intikal etmiş olurdu.)
Çile'nin
çil'den geldiğinden hâlâ emin ol(a)madığımız için, sanırım anayoldan epeyce
uzaklaşmış sayılırız. Üstelik henüz çile'nin ızdırab, derd anlamına da ulaşmış
değiliz.
Hafızalarımızı biraz yoklamamız halinde, Türkçe'de çilemek diye bir sözcüğün bulunduğunu hatırlamak işten bile değil. Çilemek, çın çın ötmek demektir ve ne ilginçtir ki bu deyiş bülbülün dem çekerken çın çın ötüşünü tasvir etmek maksadıyla kullanılır.
Bülbül
hakikaten çiler, hem de çın çın çiler. Bülbüller Mayıs ayında çilemeye
başlarlar; Haziran başlarında ise susarlar. Ne ilginçtir ki Haziran ayı
dutların çıkmaya başladığı aydır. Bülbüller dut yer mi, yemez mi bilmem ama
dut yemiş bülbül deyişi, bülbülün suskunluğunun dut mevsimine isabet
etmesinden kaynaklanır. Lâkin asıl sebep, bu ayın aynı zamanda bülbüllerin
çiftleşme mevsimlerinin bitişine de denk geliyor olması. Bülbüller dut
yediğinde susacak kadar zayıf olsalardı, öylesine aşkile çınlayamazlardı.
Onların çilemelerine, çınlamalarına aşk, susmalarına ise aşksızlık
sebep oluyor zahiren.
Bunun için bülbülün güle ilgisine açıklık kazandırmak gerekiyor ki keyfimizin kaçmaması için bu görevi başka zamana ertelemek daha doğru olacak gibi.
Bunun için bülbülün güle ilgisine açıklık kazandırmak gerekiyor ki keyfimizin kaçmaması için bu görevi başka zamana ertelemek daha doğru olacak gibi.
Bu kısa
gezinti sonunda çile bülbülüm çile'nin, ızdırab ve dertle —hiç değilse ilk
anlamı itibariyle— bir alâkası olmadığını anlamış olmalıyız. Çünkü çile
bülbülüm çile demek, çın çın öt ey bülbül, demek olup bu kullanımında çile,
çilemek'ten emir'dir.
Bu durumda çile çekmek deyişi, çilemek’ten mi geliyor?
Sözgelimi bülbül dert ve ızdırabdan ötürü çilediği için, müsebbeb sebeb'in yerine kullanılıp bülbül çile çekmiş mi sayılıyor?
Hayır!
Çünkü deyişin aslı çile çekmek değil, çille çekmek'tir.
Çille ise 40 demektir, Farsça çihil'den (چهل) gelir. Dervişler 40 gün boyunca ibadet ve riyazetle meşgul olduklarından 40 günü doldurduklarında, riyazeti tamamına erdi, 40 günü tamamladı, mânâsında çille çekti, çillesini çekti, denirdi.
Çille çekmenin, niçin ızdırab, dert, meşakkat anlamına geldiğini açıklamak ise, bu makamda erbab-ı firasete çille çektirmek demek olacağından, şimdilik bu kadarına işaretle yetiniyoruz.
Çille ise 40 demektir, Farsça çihil'den (چهل) gelir. Dervişler 40 gün boyunca ibadet ve riyazetle meşgul olduklarından 40 günü doldurduklarında, riyazeti tamamına erdi, 40 günü tamamladı, mânâsında çille çekti, çillesini çekti, denirdi.
Çille çekmenin, niçin ızdırab, dert, meşakkat anlamına geldiğini açıklamak ise, bu makamda erbab-ı firasete çille çektirmek demek olacağından, şimdilik bu kadarına işaretle yetiniyoruz.
Bugün
Türkçemiz niçin çilemiyor, diye sorulacak olursa, Türkçe sevdalıları adam
gibi sevdalarının çillesini çekmeye yanaşmıyorlar da ondan, cevabını vermekte
tereddüt etmem. Çünkü düşünmek demek, çille çekmek demektir; konuşmak
ise tek kelimeyle çilemek.
Oturup halimize yanmalıyız ki düşünme toprağını terkederken yanında dilini de götürdü. Eğer geri gelecekse, muhakkak diliyle gelecek demektir, gelmeyi reddederse, dil, yanına yabancı düşünceleri, bu toprağa ait olmayan bir düşünme tarzının ürettiği düşünceleri takıp da öyle gelecektir.
Görüyorsun
ki dostum, böylelikle sözümü tutup muhayyile'nin gelecek kipine düşkünlüğünün
sebebini sana bir tek paragrafla açıklamış oldum.
Yorum ekle