14 Şubat 2010
Yoksulluğum
övüncümdür şeklinde çeviregeldiğim الفقر فخري و به افتخر hadîsinin derin
anlamına itibarla, eğer hatırlanacak olursa, geçenlerde, bir vesileyle yeni bir
karşılık önermiştim:
İyi ki
muhtacım!
الفقر (fakirlik) hakikaten muhtaç olmak demektir.
Bir düşünün bakalım, içimizde muhtaç (fakir) olmayanımız var mı?
Yok, çünkü insan, başka bir nedenle değil, bizatihi, yani özü gereği fakir ve muhtaçtır.
İnsan gayr olmaksızın ne varolabilirdi, ne de varlığını sürdürebilirdi. Varolmak ve
varlığını sürdürebilmek için insan gayra
muhtaçtır. Kendinden başkasına.
İnsanın toplumsallığının temelinde işbu gayra
muhtaç olmak meselesi yer alır.
İnsanın toplumsallığı, onun özünden ayrılmaz.
İnsanın toplumsal
canlı olarak yapılan tanımı, Arapça’ya مدنيٌ بالطبع şeklinde aktarılmıştır, yani tabiatı gereği
medenîdir insan! Medenî, yani şehirli.
Yalnız kalabilir ama tek başına kalamaz.
Sürtüne sürtüne yürümek zorundadır bu yüzden.
Ancak bu dünyada. Sadece şehirde. Başkalarıyla.
Ancak bu dünyada. Sadece şehirde. Başkalarıyla.
Trajik olan da bu değil midir zaten?
Her birimiz kendimizle başkalarının arasında
sıkışıp kalmış bir hâlde yaşamı tüketiriz.
İstiğna ve istikbar yakışmaz böylesine zavallı olana!
Kimse kendi yatağından taşamaz!
Peki o hâlde niçin bu kibir?
Nedir o tafralar,
ne o kurum kurum kurumlanmalar?
Neyiz biz, kimiz?
Ceplerimiz biraz para
görürse, başlarımız göğe mi değecek?
Hiç mi düşmeyeceğiz, hiç mi ölmeyeceğiz?
Otobandan ayrıl ey talib, hemen arabanı yolun
kenarına çek ve biraz düşün, biraz nefes al!
Birazcık.
Lütfen birazcık varlık’ın kokusunu
hisset!
Dene hiç değilse.
Sen zengin filan değilsin, basbayağı
yoksulsun!
Muhtaçsın!
Sen de Mustafa (s.a) gibi, iyi ki muhtacım,
de ki kalbin ısınıversin, tüm yoksullar gibi.
Hakkın insana verebileceği en büyük ceza, her
hâlde kendisinden minnettarlık duygusunu alıp onun şükretme yetisini
köreltmesidir.
Bugünün dindarının başına gelen de bu! Artık
kimse aşağıya bakmıyor, gözler hep yukarılarda. Daha fazlasında. Daha çoğunda.
Kanaatkârlık, artık unuttuğumuz, itibar etmediğimiz bir kavram. Eldekiyle yetinmek, demek kabaca. Eh buna
da şükür demek. Çaresizlikten değil, yarışa katılmayı bile isteye
reddetmekten.
Yoksulluğu bir kader olarak kabullenen zavallılardan
değil, bilâkis yoksulluğu kendi iradeleriyle tercih edenlerden söz ediyoruz.
Bakınız, ustalarımız kanaati nasıl tarif ediyorlardı:
Kanaat, kendisine alışılan, yakınlık
kesbedilen şeylerin bulunmaması halinde bile huzur ve sükûnet içinde olmaktır.
Kanaat, hakikatte, sahip olmaya değil, olmaya
çalışmaktır.
Olmaya, yani adam olmaya, insan olmaya.
Olmazsan, geçemezsin o köprüden ey talib!
İncelmezsen, güçsüzlüğü umursamazsan.
Boğaz Köprüsü’ne benzemez çünkü Sırat Köprüsü.
Kıldan ince, kılıçtan keskindir.
Jeeple geçilmez o köprüden.
Mecbursun ey talib, ağırlıklarını atmalısın!
Başkalarının sırtına da binemezsin, eteğine de yapışamazsın. Orada tek
başınasın. Kendin olacaksın, olmak zorundasın.
Sırat Köprüsü’nden geçebilmek için, senin sen
olmaktan başka çaren yok!
Çaren yine sensin!
Kendin yürüyeceksin. Adımlarını tek başına
atacaksın.
Köprünün üzerinde kendi gövdenle, kendi
ruhunla, kendi ağırlığınla yürümek zorundasın.
Sahip olduklarını tümüyle bu dünyada
bırakacaksın, oraya çırılçıplak varacaksın.
Sırat
köprüsünden jeeple geçilmez, adam olana çıplak ayak gerek. Belki yorgun, belki
çelimsiz, belki mecalsiz, ve fakat bir ömür boyu hakikat peşinden koşmuş
ayaklar.
Eldekiyle kanaat edebilmeyi öğrenmiş, rıza
lokmasıyla yetinmiş, insanı insana kulluktan uzak tutmuş ayaklar.
Mahcub bir yüz, güçsüz bir gövde, zayıf ve
çelimsiz, yani kıl kadar bir beden, incecik.
Dünyadan perhiz ettiği, gelip geçici zevklerin
orucunu tuttuğu için değil sadece, insanın yükünü taşımaktan eridiği için de.
Kalb taşıdığı için.
Başın ağrıyorsa Sırat Köprüsü’nden geçemezsin
ey talib, bilâkis kalbinde ince bir sızı olmalı! Çünkü Köprü’nün üstündeyken
bir tek o ince sızıya güvenebilirsin.
Ağrıları boşver de sen bana asıl sızıdan haber
ver!
Sızın var mı ey talib?
Hiç sevdin mi mesela?
Bir kadını değil, bir insanı.
En azından kendini.
Bir kez.
Hakiki yoksulu.
Özledin mi?
Söyle, sen hakikaten hiç özledin mi ey talib?
Hiç öldün mü mesela?
Hiç sevdin mi mesela?
Bir kadını değil, bir insanı.
En azından kendini.
Bir kez.
Hakiki yoksulu.
Özledin mi?
Söyle, sen hakikaten hiç özledin mi ey talib?
Hiç öldün mü mesela?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder