Sayfalar

KONFOR BOZAN DERİNLİK


03-16 Ocak 2013







Bazı cümleler insanın zihnine mıh gibi çakılır ve bir daha da oradan çıkmaz... 






Haydarpaşa Lisesi’nin 1960’lardaki müdürü; her an incinmeye hazır biz parasız yatılı öğrencilerin koruyucu babası, özgüven aşılayıcımız Halil Tekinalp, tevazunun bir biçimi konusunda şöyle derdi:

Hak edilmiş bir övgü karşısında onu hak etmediğinizi söyleyip tevazu göstermeyin; o tür bir tevazu, daha gürültülü bir övgü talep ediyormuşsunuz algısına yol açabilir.

45 yıl öncesinden onaylayıp zihnime yerleştirdiğim bu bilgiye rağmen, aşağıdaki soruya, aşağıdaki cevabı veren kişinin adı Dücane Cündioğlu olmasaydı, cevabı duyunca tepkim herhalde “biraz tevazu lütfen” olurdu...


Soru (Çamlıca’ya cami girişimiyle ilgili olarak yazdığı yazıya referansla): “Siz gündeme hep en son dahil oluyorsunuz. Buna rağmen tartışmalar cümlelerinizle yeniden başlıyor. Nasıl oluyor bu?”
CevapSözün gücüne değil, evvela düşüncenin gücüne dikkati vermeli. (...) Sözlerine kulak verilmesini isteyenler, her şeyden önce kulak vermeye değer sözlerin sahibi olmalıdırlar, uğrunda ölmeye değer sözlerin.”

Dahası da var...

Mesela: Teorik olarak bundan böyle gideceğim bir yer yok. Dairemi tamamladım.

Mesela: Türkiye’deki tek filozof benim. Bu ülkedeki tek metafizikçi benim çünkü.

Tabii, bütün bu cümleleri onun “abartı” ve “sözlerin çok anlamlılığı” çerçevesinde söy­ledikleriyle birlikte mütalaa etmek, yani o cümleleri biraz “iskonto”yla okumak gerekir...

Bir söyleşide “talebelerinizle aranız nasıl” sorusunu şöyle karşılamıştı:

━ “Oğuz Atay’ın söylediği gibi: ‘Şimdiki gençler başka türlü babacığım demiş, ‘her sözden tek anlam çıkarıyorlar.’ Oysa ben abartıdan, çok anlamlılıktan hoşlanırım. Eh tabii, onları kızdırmaktan da. Derse başlarken ‘Benden asla hata sâdır olmaz!’ diyorum ama bakıyorum yanlış anlayacaklar, hemen ‘lütfen siz de, ben de bu iddiaya inanacak kadar aptal olmayalım’ diye latifemi açıklamak zorunda kalıyorum.

Yine de, diyorum, sözlerini “abartı”nın ve “çok anlamlılığın” etkilerinden arındırsak bile, ortada kendine dair çok büyük laflar eden bir adamla karşı karşıya olduğumuz muhakkak... Fakat bunu o kadar çok hak ediyor ki, tevazu gösterse, acaba “daha gürültülü bir övgü” mü talep ediyor diye düşüneceğim; tevazu göstermiyor, doğrusunu yapıyor...

Çalışma odasında, İskandinav oturuşu

Tarihçi İlber Ortaylı, matbaanın Türkiye’ye hayli geç gelişini “mollaların direnişi”ne bağlayanlara “geçiniz” der ve devam eder (mealen): “Mesele basitçe ihtiyaç duymayla ilgilidir. Türk milleti sohbetten, konuşmadan hoşlanır; okumaktan-yazmaktan değil. Matbaa icat edildiğinde Osmanlı’da İskandinav aydınlar gibi bir odaya kapanıp aylar boyunca okuyup yazan adamlar olsaydı, matbaa hemen gelirdi.”
Matbaa hemen gelmedi, sonraki yüzyıllarda “bir odaya kapanıp aylar boyunca okuyup yazan adamlar”ımız da olmadı; ya da sayılacak kadar az oldu... Dücane Cündioğlu, hiç kuşkusuz bunların en “deli”lerinden biriydi;  o, aylarca değil, yıllarca da değil bir ömür boyu kapandı bir odaya...

━ “Ben Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü yirmi gün sonra duymuştum; Apo’nun yakalandığını ise neredeyse bir ay sonra.”

Aslında “mağara”sına çekilmeden önce o da bizim gibi “normal”di, toplum içindeydi ve herkes gibi “yüzey”deydi... Fakat o zamanlar 10’lu yaşlarındaydı. 1978’de, 16 yaşında “siyasi tutuklu” olarak cezaevine girdi. Girerken inanmış bir ülkücüydü, çıkarken inanmış bir İslamcı. Yani hâlâ toplum üzerinden düşünüyordu, sonra bundan vazgeçti, insanı ve kendisini tanımaya yöneldi.
O amacını böyle belirlemişken, kendisinin “muhafazakâr ya da İslami kesimin en önemli düşünürü” olarak tanımlanmasına haklı olarak çok kızıyor (Yok, “en önemli”ye değil itirazı, “kesim”e):

━ “Ne diyeyim, kesim kesim diyerek kesiyorlar, bölüyorlar, ayırıyorlar, çekiyorlar, itiyorlar. Düşünmenin ve hatta siyasetin hakkı verildiğinde ‘kesim’ sözcüğü bütünüyle anlamını yitirir. Benim bütün amacım insan olmak ve insan üzerine düşünmek için çabalamaktan ibaret.”

Bütün bir ömrü “bir daha aldanmama”yı ve “bir daha hiç kimseyi aldatmamayı” mümkün kılacak kadar çok “bilmek” için harcadı. Kendi çabasıyla Arapçayı, İngilizceyi, Almancayı öğrendi, neticede o kadar çok biriktirdi ve biriktirirken nefsine karşı o kadar sert bir mücadeleye (“büyük cihat”) girişti ki, en sonunda, “güçlü bir itirazın belini bükecek” iki defonun da belini bükmüştü: “Bilgisizlik ve erdemsizlik...”
Konfor bozan derinlik



O artık, hangi “kesim”den olurlarsa olsunlar, bu ülkenin bütün okumuş-yazmışlarının karşısında duran bir ayna, ve o aynadan yansıyan derinlik herkesin, hepimizin konforunu bozuyor. Her “kesim”den diyorum, çünkü rahatsız edici olan, fikirlerinin şu veya bu olması değil, o fikirleri savunurken karşımıza çıkan derinlik bozuyor konforumuzu. Öyle bir ölçü koyuyor ki ortaya, ona erişmek imkânsız; eh, bu da rahatsızlık yaratıyor doğal olarak.

Ben en son, üç ciltlik Cemil Meriç biyografisini okurken yaşadım bu duyguyu...
Kitapları okumadan önce, onlarla ilgili olarak verdiği bir söyleşideki şu cümleleri not etmiştim:

━ “Cemil Meriç bugüne değin hep methiyeler çerçevesinde ele alınmış, düşünmenin, düşüncenin konusu ise hiç olmamıştı. Bir fikir adamına sakız çiğnemek yakışmaz. Bilineni bildirmek, tanınanı tanıtmak onun görevi değildir. Bilindiği, tanındığı zannedilen Cemil Meriç’i, gerçekte hiç bilinmediği, tanınmadığı için yazdım.”

Kitapları okuyup bitirdiğimde, Cemil Meriç’i “bildiğini düşünen” biri olarak çok mahcup olduğumu hatırlıyorum. Bence Cemil Meriç üçlemesi Cündioğlu’nun düşünce işçiliğinin en nadide örneği... Hele “Bir Mabed Savaşçısı”nın önsözündeki, Cemil Meriç’i bazı yönleriyle Cemil Meriç’ten bile iyi tanıdığını ispat eden o birkaç paragraf:

Meriç, ömür boyu şikayetçi olacağı “yeterince sevilmediği duygusu”nu egosunun yüksek­liğine, yani kendisini fazla sevmesine bağlar ve der ki: “Sen kendini seviyorsun. Başkası neden sevsin?”

Cündioğlu “Ne kadar yanlış!” diye itiraz eder:

━ “Asıl kendini sevmeyeni başkaları sevmez. Kişi kendini ve/veya zâtını sevse, kendi başını yine kendisi usulca okşamayı bilse, biraz gayretle hoşça baksa zâtına, bu mutmain olmuş (gönlü doymuş, tatmin olmuş -A.G.) nefsi, pekâlâ başkaları da okşamayı ister, üstelik sadece sevgiyle değil, saygıyla da okşamayı ister. İtminana kavuşmuş hangi nefis, taşranın sözde ilgisine ihtiyaç duyar ki!”




Dindar ve modern

Toplumdaki seküler kültür oluşturucuları yavaş yavaş onun bir “İslamcı”, bir “muhafazakâr” olmadığını anlıyor gibiler... Fakat yine de ona oralarda alan açmak tehlikeli. Çünkü o bir dindar ve “gülünç olmadıkça İslam’ın temsiline izin vermeyen bir zihniyetin kıkırdayışları arasından konuşan”ların tersine, konuşunca kimse gülemiyor. O, bu yanıyla “dindardan entelektüel olmaz” mitinin tabutunu bir daha açılmamak üzere çivileyen bir adam.
Ayrıca modernliği de ciddi bir sorun... Bir söyleşisinde, dindar gençlerin kendisine gösterdiği teveccühle ilgili bir soruya cevap verirken. “Ben çağdaş dünyada insanın ilkeleri ile irtibatını koparmadan modernleşebileceğini temsil ediyorum. Ben o gençlerin olmayı istedikleri yerdeyim” demişti.
Doğru, fakat bu, madalyonun sadece bir yüzü, öbür tarafında da dindarların dindar kalarak modernleşebileceğine inanmayan ya da inanan ama bunu kendi sosyal-kültürel iktidarlarına bir tehdit olarak görüp engellemek isteyenler var... Birinciler Cündioğlu’nun modern dindarlığını ne kadar seviyorlarsa, İkinciler o kadar kızıyorlar.

KAYNAK: Alper Görmüş, “Konfor Bozan Derinlik: Dücane Cündioğlu”, Yeni Aktüel Dergisi, (“Bence” Portreler), sy. 286, sh. 58-59, 03-16 Ocak 2013


Facebook

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder