I have tried lately to read
Shakespeare, and found it so intolerably dull that it nauseated me.
Geçenlerde Shakespeare okumayı denedim, o kadar saçma geldi ki kusacak gibi oldum.
Kim söylüyor bu sözü?
İçinde yaşadığımız çağa damgasını vurmuş
birkaç bilimadamının belki de en ünlüsü.
Din-Bilim çatışmalarının etkisi hâlâ süren en
tartışmalı ismi.
Sevenlerinin nezdinde sadece bir dehâ değil, neredeyse bir aziz. Karşıtlarınca da —uzun söze ne
hacet— kelimenin tam anlamıyla bir Deccal.
Peki ya bu fakire göre?
Doğayı, yani taşrayı, yani dışarıyı bilme arzusunun
peşinden koşmak adına ruh dünyasına kıymış bir tutku adamı.
Her kahraman kadar
zavallı.
Her âşık kadar acınası.
Charles
Darwin’den söz ediyorum, anlama ve bilme tutkusunun
şiddetine ancak hürmet duyulacak bir âşıktan.
Bilmek sadece beyne ızdırab değil, insanın
gönlüne hasar da verir.
Bencilliğin en büyük zararı ben’in
kendisinedir, yani tutkunun, yani, ne pahasına olursa olsun hakikati
avuçlama hırsının.
Akıl ve zekâyı yoğun bir biçimde faal hâlde
tutmanın insanın en değerli, en duyarlı yanını, yani hissiyat tarafını, eğer
gerekli tedbirleri almazsa, nasıl da ezip yok edebileceğini gösteren nadir
örneklerden biridir Darwin’in entelektüel yaşamı.
Böceklerin, bitkilerin, kuşların peşinde geçen
nice yıldan sonra, yayımlanacağını düşünmeksizin, sadece çocuklarının okuması
amacıyla, 1876’dan itibaren kaleme almış olduğu notlarının başlığı şöyledir:
Recollections of the Development of my Mind and Character
(Zihnimin ve Kişiliğimin Gelişimiyle İlgili
Anılar)
Oğlu Francis Darwin’in derlediği bu anıların
Türkçesi geçen yıl Daktylos Yayınevi tarafından neşredilmişti, oradan aynen
aktarıyorum:
Otuz yaşıma ve hatta sonrasına kadar şiir okumak bana büyük haz verdi; hatta okullu bir çocuk gibi Shakespeare’den, özellikle de onun tarihsel oyunlarından büyük zevk aldım. Ayrıca eskiden resimden hoşlanır, müzikten ise büyük haz alırdım.
Peki sonra?
Sonrası çok acı!
Ama artık uzun yıllardır bir şiir dizesi okumaya tahammül edemiyorum. Geçenlerde Shakespeare okumayı denedim; o kadar saçma geldi ki kusacak gibi oldum. Ayrıca resimler ve müzik konusundaki zevkimi de neredeyse kaybettim. Müzik artık bana haz vermekten ziyade, genelde, üzerimde çalıştığım konu hakkında fazlaca enerjik olmamı sağlıyor. Güzel manzara konusundaki duygularımı koruyorum ama bu da bana eskiden olduğu gibi müthiş bir haz vermiyor.
Şiir, resim ve müzik, Darwin’in kaybettikleri
işte bunlar. Kısacası haz.
Sanatla neredeyse alâkası kalmamış bir zihin.
Belki bir hesap makinesi keskinliğinde, ve fakat bir o kadar da duygusuz! Çünkü
hazdan mahrum.
Kavramlarımızı düşünce faaliyetiyle
oluştururuz, yani beynimizi çalıştırarak, aklımızı da faal hâlde tutarak. Duygularımızı oluşturan ise, haz ve acı, lezzet ve elem’dir. Tecrübenin ta
kendisi. Deneyimin, yani bütünüyle yaşamın.
Hesap makinelerinin kesinliği/keskinliği, ya
duyguların yokluğu, ya da yitimi pahasınadır.
Beynim, geniş bir veri koleksiyonu içinden genel yasaları öğüten bir makineye dönmüş gibi görünüyor. Ama bu durum, niçin beynimdeki o daha yüce zevklerin yer aldığı kısmın körelmesine neden oldu anlayamıyorum.
Darwin hakikati taşrada aradı. Aradığını buldu
da.
Ama taşranın hakikatini. Zahirin hakikatini.
Zavallı!
Bu sözcük, bir tahkir ve tezyif ifadesi değil
benim nezdimde, sade bir tesbit ifadesi. Hemen düzeltiyorum: sade değil, sadece
değil, aksine muhabbet ve hüznün eşlik ettiği bir tesbitin ifadesi.
Bütün estetik duygularımı böylesine garip ve acı bir şekilde yitirmeme rağmen...
Gerçekte, olup bitenin farkındadır Darwin. Kazandığı kadar, kaybettiğinin de.
Kelimelerin seçimi kendisine ait:
... loss of the higher æsthetic tastes...
İmdi, Cemil Meriç’i hatırlamamak mümkün mü, yaratan yaşayamaz, yaşayan yaratamaz diye haykırmıştı bir defasında.
İnsan denen hayvan, ne garip değil mi,
duygularıyla yaşıyor; ve fakat
aklıyla yaratıyor.
Marx ve Freud.
Belki birçoklarına garip gelecek ama bu iki
ismin ne yaptığını anlamak/anlamlandırmak isteyenlerin evvelemirde Darwin’i
mercek altına almaları gerekir. Çünkü Darwin’siz ne çağdaş iktisat ve
toplumbilim, ne de insan psikolojisi adam gibi yorumlanabilir.
Çağdaş düşüncenin yönelimleri Darwin’siz,
Marx’sız ve Freud’suz izlenemez.
Pek tabii ki bir de Nietzsche’siz. Şen Bilim, gerçekte Darwinci bilme
tarzının eseridir. Hem de inadına.
[Michel Ruse’un hazırladığı Philosophy after Darwin / Classic and Contemporary
Readings (USA, 2009) adlı devasa derlemeye kabaca da olsa şöyle bir göz atma
imkânı bulanlar, sanırım, ne demek istediğimi anlayacaklardır.]
Burada şaşırtıcı olan şu ki postmodern felsefî
eğilimlerin, o bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler, yollu naifliğinin
garip bir biçimde ideolojik zeminini yukarıda adı geçen dört ismin teşkil
etmesidir, yani sırasıyla Darwin’in, Marx, Nietzsche ve Freud’un.
Demek oluyor ki Darwin okumayı göze alan, Shakespeare
okuyacağı zamanlar kusacak hâle gelmeyi de göze almalı!
Ya Darwin, ya Shakespeare!
Ya Kant, ya Goethe!
Ya Fahreddin Razî, ya Şems-i Tebrizî!
Ya - ya
da'yı kabul veya reddetmek kolay!
Öyleyse görelim bakalım, bir adam çıksın
da şu âlemde, hakkını vermek suretiyle hem - hem
de desin!
Yani mümkünse hem yaşasın,
hem yaratsın!
Ne yazık ki bu pek mümkün değil ey talib, çünkü halk İsa’yı her daim çarmıhta asılı
görmek ister.
Ek okuma için tıklayınız:
Farkındalığın ağırlığı dahi sanata bakışta yok saymaya neden oluyor ne yazık ki!
YanıtlaSil